Şehidi olmayanın vatanı olmaz. Vatan ise şehitlerin iradesi ve inancından ibarettir. Cevabı aranan soru şu: Çanakkale'nin, Sarıkamış'ın, Sakarya'nın, Dumlupınar'ın şehitlerinden hangisi okul kapısı önünde kızlarının ağlamasına razı olurdu? Bin yıldır Anadolu'yu vatan eden bir milletin öz evlatları kendi öz ülkesinde özgürce yaşama hakkına sahip değil miydi? Oysa biz esir değildik. Başka bir ülkeden buraya sığınmamıştık. Sonradan gelmiş bir göçmen ya da ıssız bir adada bulunmuş kayıp nesillerden de değildik. Bin yılda bu ülkenin dağını taşını vatan yapmıştık. Üzerinde yaşadığımız toprağı öyle kendimize benzetmiştik ki üzerinde yetişen her şey bize benzerdi. O toprak kanımıza, tenimize o kadar âşıktı ki ay demez, yıl demez şehitler ister, hep verirdik. Hakk'a tapan böylesi aziz bir milletin hakkıydı istiklal ve hürriyet. Üzerinde canını, kanını katarak, yoğurarak yaşadığı vatanında horlanmak bu milletin hakkı olamazdı. Ama gün geldi aynı topraklar üzerinde, kendi kızlarımızı kendi inancımızın ifadesi, hayatın kendisi olan kıyafetleriyle kendi okullarımıza gönderemez olduk. Oysa daha dün bu topraklar için yüz binlerce şehit veren bizdik! Toprağı, bayrağı, al yazmayı, ezanı, Kuran'ı birbirinden ayırmayalım diye! Al yazmayı gül eyleme yolculuğu bin yıllık bir serüven! 'Bir saat adalet yetmiş sene ibadetten hayırlıdır,' diyerek yola çıkan ecdadın izlerine basa basa yürünen bir yolda "gül rengi kanımızın" nasıl bayraklaştığını öğrenmek için. Bir gün yorgun argın eve döndüğümde kızımın ağlamaktan gözlerinin şiştiğini görmemek için. Onun evimiz kadar bizim olan okul kapısından geri döndürülmesine şahit olmamak için. Onun "biz neyiz?" sorusuna muhatap olmamak için.
Şehidi olmayanın vatanı olmaz. Vatan ise şehitlerin iradesi ve inancından ibarettir. Cevabı aranan soru şu: Çanakkale'nin, Sarıkamış'ın, Sakarya'nın, Dumlupınar'ın şehitlerinden hangisi okul kapısı önünde kızlarının ağlamasına razı olurdu? Bin yıldır Anadolu'yu vatan eden bir milletin öz evlatları kendi öz ülkesinde özgürce yaşama hakkına sahip değil miydi? Oysa biz esir değildik. Başka bir ülkeden buraya sığınmamıştık. Sonradan gelmiş bir göçmen ya da ıssız bir adada bulunmuş kayıp nesillerden de değildik. Bin yılda bu ülkenin dağını taşını vatan yapmıştık. Üzerinde yaşadığımız toprağı öyle kendimize benzetmiştik ki üzerinde yetişen her şey bize benzerdi. O toprak kanımıza, tenimize o kadar âşıktı ki ay demez, yıl demez şehitler ister, hep verirdik. Hakk'a tapan böylesi aziz bir milletin hakkıydı istiklal ve hürriyet. Üzerinde canını, kanını katarak, yoğurarak yaşadığı vatanında horlanmak bu milletin hakkı olamazdı. Ama gün geldi aynı topraklar üzerinde, kendi kızlarımızı kendi inancımızın ifadesi, hayatın kendisi olan kıyafetleriyle kendi okullarımıza gönderemez olduk. Oysa daha dün bu topraklar için yüz binlerce şehit veren bizdik! Toprağı, bayrağı, al yazmayı, ezanı, Kuran'ı birbirinden ayırmayalım diye! Al yazmayı gül eyleme yolculuğu bin yıllık bir serüven! 'Bir saat adalet yetmiş sene ibadetten hayırlıdır,' diyerek yola çıkan ecdadın izlerine basa basa yürünen bir yolda "gül rengi kanımızın" nasıl bayraklaştığını öğrenmek için. Bir gün yorgun argın eve döndüğümde kızımın ağlamaktan gözlerinin şiştiğini görmemek için. Onun evimiz kadar bizim olan okul kapısından geri döndürülmesine şahit olmamak için. Onun "biz neyiz?" sorusuna muhatap olmamak için.