Alnı Mavide'de Ahmet Büke, dünyayı bir baştan öbür başa kuşatan karanlığı görmeye çağırıyor okuru. Gencecik insanların öldürüldüğü; yaşam dolu yüreklerin kapatıldıkları gizli ya da açık tutsaklıklarda çürüdüğü; tutkuların, aşkların kire pasa bulandığı zamanımızın karanlıklarını... Dışımızdaki ve içimizdeki karanlıkları... Bunca günahın arasında debelenen, karınlarını doyurmak uğruna içleri her geçen gün daha da boşalan, yalnızlığın, kimsesizliğin, yoksulluğun çıldırttığı hikâye kahramanlarının, bir güzel "ah"ta, bir başka bedende, bir selamda, tokuşan kadehlerde arayıp buldukları umudun bu karanlıklara tuttuğu titrek ışığın da hikâyeleri bunlar. "Anam sofrayı kurup tabakları dizdiğinde tepsiye değen çatal kaşığın tıkırtısı, ıslak süpürgenin halının üzerinde akışı, mutfak kapısının hep aynı gıcırtıyla açılması, banyoya girince hücum eden ıslak yeşil sabunun kokusu, koridordaki buzdolabının altına kaçıveren hamamböceği, yarısı yolluğun altında kalmış bir tutam saçak, perdelerin dışarıdan esen yelle hafifçe ama sadece uçlarından gidip gelmesi, kapının eşiğinde teki ters dönmüş tokyolar, düz duran tekinin güneşten atmış mavi kuşak çizgisi, hızla okunan akşam ezanı, seccadenin serilirken ittiği havanın ayak parmaklarıma çarpıp kaybolması, tespih, imame, televizyon kapalıyken siyah arka panelinden aniden gelen belli belirsiz çıtırtılar, arkasının gelip gelmeyeceğini düşündüğüm o çıtırtılar, devamı gelmeyen çıtırtılar, ekrandaki bayrak töreni, masanın muşambasından sıyrılarak uzayan, toparlanıp tekrar yüklenen, titreyen, için için renk değiştiren, yerçekimine adeta yalvaran, yakaran ama bir türlü düşemeyen su damlası... ve hepsi etrafımda dönüp dururken ipleri koparılmış bir kukla gibi kollarım kalkmıyordu."
Alnı Mavide'de Ahmet Büke, dünyayı bir baştan öbür başa kuşatan karanlığı görmeye çağırıyor okuru. Gencecik insanların öldürüldüğü; yaşam dolu yüreklerin kapatıldıkları gizli ya da açık tutsaklıklarda çürüdüğü; tutkuların, aşkların kire pasa bulandığı zamanımızın karanlıklarını... Dışımızdaki ve içimizdeki karanlıkları... Bunca günahın arasında debelenen, karınlarını doyurmak uğruna içleri her geçen gün daha da boşalan, yalnızlığın, kimsesizliğin, yoksulluğun çıldırttığı hikâye kahramanlarının, bir güzel "ah"ta, bir başka bedende, bir selamda, tokuşan kadehlerde arayıp buldukları umudun bu karanlıklara tuttuğu titrek ışığın da hikâyeleri bunlar. "Anam sofrayı kurup tabakları dizdiğinde tepsiye değen çatal kaşığın tıkırtısı, ıslak süpürgenin halının üzerinde akışı, mutfak kapısının hep aynı gıcırtıyla açılması, banyoya girince hücum eden ıslak yeşil sabunun kokusu, koridordaki buzdolabının altına kaçıveren hamamböceği, yarısı yolluğun altında kalmış bir tutam saçak, perdelerin dışarıdan esen yelle hafifçe ama sadece uçlarından gidip gelmesi, kapının eşiğinde teki ters dönmüş tokyolar, düz duran tekinin güneşten atmış mavi kuşak çizgisi, hızla okunan akşam ezanı, seccadenin serilirken ittiği havanın ayak parmaklarıma çarpıp kaybolması, tespih, imame, televizyon kapalıyken siyah arka panelinden aniden gelen belli belirsiz çıtırtılar, arkasının gelip gelmeyeceğini düşündüğüm o çıtırtılar, devamı gelmeyen çıtırtılar, ekrandaki bayrak töreni, masanın muşambasından sıyrılarak uzayan, toparlanıp tekrar yüklenen, titreyen, için için renk değiştiren, yerçekimine adeta yalvaran, yakaran ama bir türlü düşemeyen su damlası... ve hepsi etrafımda dönüp dururken ipleri koparılmış bir kukla gibi kollarım kalkmıyordu."