Birleşmiş Milletler (BM) 'in Paris'te 30 Kasım-11 Aralık 2015 tarihleri arasında düzenlediği İklim Değişikliği Taraflar Konferansı (COP 21), küresel ısınmanın sınırlandırılmasını içeren ciddi bir anlaşma ile sonuçlanmıştır. BM 1992 Rio Çevre ve Kalkınma Konferansından sonra çevre konusunda atılan bu ilk kapsayıcı ve somut adım, dünyamızı bekleyen çok büyük olası doğal felaketler kadar, evrensel çevre bilinç ve duyarlılığının kaydettiği gelişmenin de bir işaretidir. Bir başka anlatımla, insan ile doğa arasında son iki asırdır yaşanan “çatışma” evresinden “uzlaşma” aşamasına geçişin Paris'te somut adımları atılmıştır.
Gerekli önlemler alınmazsa, küresel ısınmanın gezegenimizi kuraklık ve su baskınları ile tetiklenecek geri dönülmez bir çevre felaketine ve kitlesel göçlere sürükleyeceği artık bilimsel olarak da ortaya konulmuş bulunmaktadır. Böyle bir küresel çevre felaketini önlemek için, yüzyılımızın sonuna kadar sıcaklık artışını 20 C'nin altında tutabilmek amacıyla tüm ülkeler Paris zirvesinde belirli bir karbon emisyonu (salımı) indirimi taahhüttü altına girmiş bulunmaktadır. Taahhütlerin yerine getirilmesi ise, fosil kaynaklı enerjiden yenilenebilir enerji kaynaklarına süratle geçişi sağlayacak yeşil enerji projelerine öncelik veren yeni çevre politikalarına yönelmeyi gerektirmektedir. Fransa Cumhurbaşkanı F. Hollande kapanış konuşmasında, ortak imzaları ile Paris Zirvesi'nde “diplomatik” bir başarı sağlayan 196 ülke yöneticisini, iktidarlarını kullanarak “dünyayı değiştirmeye“ davet etmiştir. Bu davetin ne ölçüde kabul göreceğini, ülkelerin önümüzdeki yıllarda uygulamaya koyacakları yeni büyüme stratejileri ve çevre politikalarının yönü gösterecektir.
Dünyanın gelişmiş ülkelerinde 1970'li yıllara dayanan çevre konusundaki kaygılar ve kitlesel duyarlılıklar, Türkiye'ye yirmi yıllık gecikme ile, 1990'lı yıllarda ulaşabilmiştir. Önce bir Çevre Bakanlığı'nın kurulması, son 15-20 yıldır da, ortaokullardan üniversitelere kadar tüm eğitim-öğretim programlarına değişik isimler altında “çevre dersleri”nin eklenmesi, yine üniversitelerde “çevre mühendisliği bölümleri” ile “çevre enstitüleri”nin açılması ve TEMA (Türkiye Erozyonla Mücadele, Ağaçlandırma ve Doğal Varlıkları Koruma) Vakfı başta olmak üzere, değişik isimler altında çok sayıda sivil toplum örgütünün kurulması ülke ölçeğinde yetersiz olsa da, geri döndürülemez bir çevre duyarlılığının filizlendiğine işaret etmektedir. Kurumsal ve akademik gelişmelerden çok daha önemlisi ise, toplumun kentlerde kesilen ağaçlara, ülkenin tüm vadilerine rastgele kurulmak istenen hidroelektrik santrallerine, ormanları yok eden taş ve maden ocaklarına, yaylaların sonunu getirebilecek hesapsız yol ağı projelerine, vs. gösterdikleri toplumsal demokratik direniştir. Tabandan gelen bu olumlu gelişmelerin Türkiye'nin çevre politikalarına ne ölçüde yansıdığı ise, maalesef çok da olumlu olmayan bir yanıta işaret etmektedir. Ancak doğal çevre tahribatının geri dönülmez bir boyuta ulaşmadan etkin çevre politikalarının acilen uygulamaya konulmasının, Türkiye kadar gezegenimizin geleceği için de bir zorunluluk olduğunu biliyoruz. Ortak yazarımızın ülkesi İran'ın da, çevre konusunda Türkiye'ye çok benzer süreçlerden geçmiş olduğunu ve bugün de benzer yetersiz bir çevre politikasına sahip olduğunu biliyoruz.
Birleşmiş Milletler (BM) 'in Paris'te 30 Kasım-11 Aralık 2015 tarihleri arasında düzenlediği İklim Değişikliği Taraflar Konferansı (COP 21), küresel ısınmanın sınırlandırılmasını içeren ciddi bir anlaşma ile sonuçlanmıştır. BM 1992 Rio Çevre ve Kalkınma Konferansından sonra çevre konusunda atılan bu ilk kapsayıcı ve somut adım, dünyamızı bekleyen çok büyük olası doğal felaketler kadar, evrensel çevre bilinç ve duyarlılığının kaydettiği gelişmenin de bir işaretidir. Bir başka anlatımla, insan ile doğa arasında son iki asırdır yaşanan “çatışma” evresinden “uzlaşma” aşamasına geçişin Paris'te somut adımları atılmıştır.
Gerekli önlemler alınmazsa, küresel ısınmanın gezegenimizi kuraklık ve su baskınları ile tetiklenecek geri dönülmez bir çevre felaketine ve kitlesel göçlere sürükleyeceği artık bilimsel olarak da ortaya konulmuş bulunmaktadır. Böyle bir küresel çevre felaketini önlemek için, yüzyılımızın sonuna kadar sıcaklık artışını 20 C'nin altında tutabilmek amacıyla tüm ülkeler Paris zirvesinde belirli bir karbon emisyonu (salımı) indirimi taahhüttü altına girmiş bulunmaktadır. Taahhütlerin yerine getirilmesi ise, fosil kaynaklı enerjiden yenilenebilir enerji kaynaklarına süratle geçişi sağlayacak yeşil enerji projelerine öncelik veren yeni çevre politikalarına yönelmeyi gerektirmektedir. Fransa Cumhurbaşkanı F. Hollande kapanış konuşmasında, ortak imzaları ile Paris Zirvesi'nde “diplomatik” bir başarı sağlayan 196 ülke yöneticisini, iktidarlarını kullanarak “dünyayı değiştirmeye“ davet etmiştir. Bu davetin ne ölçüde kabul göreceğini, ülkelerin önümüzdeki yıllarda uygulamaya koyacakları yeni büyüme stratejileri ve çevre politikalarının yönü gösterecektir.
Dünyanın gelişmiş ülkelerinde 1970'li yıllara dayanan çevre konusundaki kaygılar ve kitlesel duyarlılıklar, Türkiye'ye yirmi yıllık gecikme ile, 1990'lı yıllarda ulaşabilmiştir. Önce bir Çevre Bakanlığı'nın kurulması, son 15-20 yıldır da, ortaokullardan üniversitelere kadar tüm eğitim-öğretim programlarına değişik isimler altında “çevre dersleri”nin eklenmesi, yine üniversitelerde “çevre mühendisliği bölümleri” ile “çevre enstitüleri”nin açılması ve TEMA (Türkiye Erozyonla Mücadele, Ağaçlandırma ve Doğal Varlıkları Koruma) Vakfı başta olmak üzere, değişik isimler altında çok sayıda sivil toplum örgütünün kurulması ülke ölçeğinde yetersiz olsa da, geri döndürülemez bir çevre duyarlılığının filizlendiğine işaret etmektedir. Kurumsal ve akademik gelişmelerden çok daha önemlisi ise, toplumun kentlerde kesilen ağaçlara, ülkenin tüm vadilerine rastgele kurulmak istenen hidroelektrik santrallerine, ormanları yok eden taş ve maden ocaklarına, yaylaların sonunu getirebilecek hesapsız yol ağı projelerine, vs. gösterdikleri toplumsal demokratik direniştir. Tabandan gelen bu olumlu gelişmelerin Türkiye'nin çevre politikalarına ne ölçüde yansıdığı ise, maalesef çok da olumlu olmayan bir yanıta işaret etmektedir. Ancak doğal çevre tahribatının geri dönülmez bir boyuta ulaşmadan etkin çevre politikalarının acilen uygulamaya konulmasının, Türkiye kadar gezegenimizin geleceği için de bir zorunluluk olduğunu biliyoruz. Ortak yazarımızın ülkesi İran'ın da, çevre konusunda Türkiye'ye çok benzer süreçlerden geçmiş olduğunu ve bugün de benzer yetersiz bir çevre politikasına sahip olduğunu biliyoruz.