Bismillâhirrahmânirrahîm…
Cenâb-ı Hakk'a hamd ve Resûlüne salât ü selâmdan sonra;
Kur'ân-ı Kerîm'in Türkçe'ye tercümesine dair çalışmalar miladî 900'lü 1000'li yıllarda başlamaktadır. Osmanlı'da da henüz kuruluş döneminden itibaren tercüme faaliyetlerinin olduğu bilinmektedir. Ne var ki, Cumhuriyet dönemiyle birlikte Kur'an'ın tercümesi yerine meali yani ayette kastedilen manânın Türkçe'ye aktarımı -özellikle 1930'lardan günümüze kadar- daha çok rağbet görmüş, tercümeye fazla iltifat edilmemiştir. Bunun sebebi ise 1950'li yıllara kadar süren, 1960'larda ve son dönemde 28 Şubat sürecinde çok sönük ve çok kısa süreli de olsa tekrar kamuoyu gündemine getirilen birtakım olumsuz konjonktürel şartlar, daha doğrusu “ibadetin Türkçeleştirilmesi” meselesi, ibadetlerde Arapça asıl metin yerine Türkçe tercümenin kullanılması endişesidir.
Bilindiği üzere, Cumhuriyet'in ilk yıllarında Kur'ân'ın tercümesi işi resmî bir görev olarak Mehmet Akif Ersoy'a tevdî edilmiştir. Akif, tercümesine devam ederken, ibadetin Türkçeleştirilmesi meselesi ortaya çıkmış ve bu mesele Akif'i son derece rahatsız etmiştir. İbadetlerde ve özellikle namazda, sûrelerin-âyetlerin Arapça asıllarının yerine kendi yapacağı tercümenin okunmasından endişe eden millî şair tercümesini devlete vermekten imtinâ etmiş ve kuvvetle muhtemel sonraki hayatının büyük kısmını, vatan hasreti pahasına da olsa, sırf kendi tercümesinin ibadette kullanılacağı endişesiyle yurt dışında geçirmiştir. İşte o yıllarda ve daha sonraki yıllarda, Akif'in taşıdığı bu endişeyi, Kur'ân'ın Türkçe'ye çevirisi ile ilgilenen herkes taşımış ve bu zevât çevirilerinin ibadette kullanılmasına fırsat vermemek için “Kur'ân'ın tercümesi” yani Arapça'daki anlamının doğrudan Türkçe'ye aktarılması yerine, “küçük çaplı tefsir” diyebileceğimiz bir üslupla, başka bir ifadeyle, ayetin ne söylediğini değil de birtakım parantez içi veya paranteze almaya ihtiyaç duymadan doğrudan ilave kelimelerle ve ayetin aslında olmayan kelimeleri ilave etmek suretiyle bir “meâl geleneği” oluşturmuşlar ve yaptıkları çalışmalara hep “meâl” demişlerdir. Zira, “meâl” âyetin vermek istediği mesajı ve manâyı diğer dile/Türkçe'ye rahat bir şekilde aktarmak iken, “tercüme” âyetin Arapça'sını doğrudan doğruya -farklı tekniklerle de olsa- diğer dile/Türkçe'ye aktarmaktır ve bu noktada meâl ile tercüme arasında ciddi bir fark vardır: Tercüme, meâl olmadığı gibi meâl de hiçbir zaman tercümenin yerini tutmaz. Fakat burada şu noktaya da işaret etmek gerekir: Türkçe'deki meâllerin büyük çoğunluğu mahiyeti itibariyle tercümedir ve günlük hayatta meâl kelimesi tercüme ile aynı anlamda kullanılmaktadır.
Aslında tarihin önceki dönemlerinde örneğine pek rastlanmayan bu “meâl” tarzı çalışmalar, bir yandan da bu işle uğraşanların işini kolaylaştırmıştır. Çünkü tercüme, hele ki ilâhî kelâmın, Kur'ân-ı Kerîm'in tercümesi bir yönüyle imkânsız iken, diğer yönüyle gerçekten de çok zor, çok ağır, çok meşakkatli ve bir o kadar da riskli bir iştir. Hâl böyle olunca, “tercüme: âyet şunu diyor” yerine, “meâl: bence âyet şunu demek istiyor” -çünkü meâl kelimesi tevil, anlam ve yorum anlamına gelir- demek, 1930'lu ve 40'lı yıllar için içinde bulunulan krizden kolay bir çıkış yolu sağladığı gibi diğer taraftan çeviri hususunda da işleri oldukça kolaylaştırmıştır. Çünkü meâl yani “bana göre âyet şunu demek istiyor” dediğinizde, çevirinizde yanılmanız, eksik bırakmanız veya asılda olmayan ilâvelerde bulunmanızdan dolayı “bana göre” dediğiniz için kimse sizde kusur bulamayacaktır. İşte bu sebepledir ki 1950'lerde devlet ibadetin Türkçeleştirilmesi projesinden vazgeçtiği halde, yani Hasan Basri Çantay'ların, Ömer Nasuhi Bilmen'lerin Kur'ân meâlleri açısından içinde bulundukları olumsuz konjonktürel şartlar ortadan kalktıktan onlarca yıl sonra bile, hatta günümüzde dahi Kur'an'ın meâlen çevirisine devam edilmektedir. Bunun bir başka sebebi de meâl yapan kişinin kendi dinî fikirlerini ve anlayışını ve meâlin ilâhî kelamın meâlini okuyan kişinin çeviriden doğabilecek birtakım yanlış ve eksik anlamalara düşmesine sebebiyet vermemek için -kendine göre- birtakım doğru ve açıklayıcı ifadeleri, yapacağı çeviri metne dahil etme imkânı sunmasıdır.
Kur'ân'ın meâlen tercümesi elbette faydalı bir usuldür, hatta Kur'ân-ı Kerîm'in çevirisi ve tesiriyle uğraşan herkes çalışmalarında samimiyetle hareket etmiştir ama meâl, kanaatimizce Kur'an'ın Türkçe'ye (tabii ki diğer dillere de) çevirilmesinde tercümeden sonra ancak ikinci sırada yer alabilecek bir faaliyettir. Hiç şüphesiz ki bu konuda yapılacak ilk iş, meâlden de, tefsirden de, esbâb-ı nüzûl çalışmalarından da önce, bütün tarih boyunca ecdadın ve Cumhuriyet'in ilk yıllarında Mehmet Akif Ersoy'un yaptığı gibi, Kur'an'ın “tercüme” edilmesidir. Ortada önce bir tercüme veya tercümeler olacak ki, ondan sonra diğer faaliyetler bu tercümelerin üzerine bina edilecektir. Çünkü Arapça konuşmayan toplumların dinî zihniyetinin oluşumunda Kur'an'ın tercümesi ana metindir, kaynak metindir. En önemlisi, tercüme, -metnin Türkçe anlaşılması açısından- Kur'an ve dolayısıyla din/İslâm üzerindeki ihtilafları ve farklılıkları meâle nazaran en aza indiren bir unsurdur. Zira meâl ve tefsire o işi yapanların amaçları, farklı birikimleri ve dinî anlayışlarının karışması söz konusudur ve bu, esasen meâl ve tefsirin tabiatında vardır. Oysa tercümede, ister istemez metne bağlı kalınacağı için, -bir anlamıyla kaçınılmaz olan- farklılıklar en aza inecektir. Bu da elbette ki toplumun ortak din anlayışına ve uygulamasına yansıyacaktır. Tercüme, farklılıkları en aza indiren bir ortam sunmakta iken, tam aksine meâl veyâ tefsir bunların çoğalmasına sebebiyet veren bir zemin oluşturur.
Bütün bu izahlar sebebiyledir ki, biz Kur'an'ın meâli yerine önce tercüme edilmesinin gerekli olduğuna, hatta memleketimizde bu konuda çok geç kalındığına inanıyoruz. Yedi yılı aşan Kur'ân tercümesi çalışmamız boyunca, yaptığımız karşılaştırmalarda, meâl ile tercüme arasında nasıl bir fark bulunduğunu ve neden tercümeye öncelik verilmesinin gerekli olduğunu bizzat fark etmiş bulunuyoruz.
Gayret ve kusur bizden, tevfîk Yüce Allah'tandır…
Hayrettin Hayrullah Sofuoğlu – Prof. Dr. Dilaver Gürer
Bismillâhirrahmânirrahîm…
Cenâb-ı Hakk'a hamd ve Resûlüne salât ü selâmdan sonra;
Kur'ân-ı Kerîm'in Türkçe'ye tercümesine dair çalışmalar miladî 900'lü 1000'li yıllarda başlamaktadır. Osmanlı'da da henüz kuruluş döneminden itibaren tercüme faaliyetlerinin olduğu bilinmektedir. Ne var ki, Cumhuriyet dönemiyle birlikte Kur'an'ın tercümesi yerine meali yani ayette kastedilen manânın Türkçe'ye aktarımı -özellikle 1930'lardan günümüze kadar- daha çok rağbet görmüş, tercümeye fazla iltifat edilmemiştir. Bunun sebebi ise 1950'li yıllara kadar süren, 1960'larda ve son dönemde 28 Şubat sürecinde çok sönük ve çok kısa süreli de olsa tekrar kamuoyu gündemine getirilen birtakım olumsuz konjonktürel şartlar, daha doğrusu “ibadetin Türkçeleştirilmesi” meselesi, ibadetlerde Arapça asıl metin yerine Türkçe tercümenin kullanılması endişesidir.
Bilindiği üzere, Cumhuriyet'in ilk yıllarında Kur'ân'ın tercümesi işi resmî bir görev olarak Mehmet Akif Ersoy'a tevdî edilmiştir. Akif, tercümesine devam ederken, ibadetin Türkçeleştirilmesi meselesi ortaya çıkmış ve bu mesele Akif'i son derece rahatsız etmiştir. İbadetlerde ve özellikle namazda, sûrelerin-âyetlerin Arapça asıllarının yerine kendi yapacağı tercümenin okunmasından endişe eden millî şair tercümesini devlete vermekten imtinâ etmiş ve kuvvetle muhtemel sonraki hayatının büyük kısmını, vatan hasreti pahasına da olsa, sırf kendi tercümesinin ibadette kullanılacağı endişesiyle yurt dışında geçirmiştir. İşte o yıllarda ve daha sonraki yıllarda, Akif'in taşıdığı bu endişeyi, Kur'ân'ın Türkçe'ye çevirisi ile ilgilenen herkes taşımış ve bu zevât çevirilerinin ibadette kullanılmasına fırsat vermemek için “Kur'ân'ın tercümesi” yani Arapça'daki anlamının doğrudan Türkçe'ye aktarılması yerine, “küçük çaplı tefsir” diyebileceğimiz bir üslupla, başka bir ifadeyle, ayetin ne söylediğini değil de birtakım parantez içi veya paranteze almaya ihtiyaç duymadan doğrudan ilave kelimelerle ve ayetin aslında olmayan kelimeleri ilave etmek suretiyle bir “meâl geleneği” oluşturmuşlar ve yaptıkları çalışmalara hep “meâl” demişlerdir. Zira, “meâl” âyetin vermek istediği mesajı ve manâyı diğer dile/Türkçe'ye rahat bir şekilde aktarmak iken, “tercüme” âyetin Arapça'sını doğrudan doğruya -farklı tekniklerle de olsa- diğer dile/Türkçe'ye aktarmaktır ve bu noktada meâl ile tercüme arasında ciddi bir fark vardır: Tercüme, meâl olmadığı gibi meâl de hiçbir zaman tercümenin yerini tutmaz. Fakat burada şu noktaya da işaret etmek gerekir: Türkçe'deki meâllerin büyük çoğunluğu mahiyeti itibariyle tercümedir ve günlük hayatta meâl kelimesi tercüme ile aynı anlamda kullanılmaktadır.
Aslında tarihin önceki dönemlerinde örneğine pek rastlanmayan bu “meâl” tarzı çalışmalar, bir yandan da bu işle uğraşanların işini kolaylaştırmıştır. Çünkü tercüme, hele ki ilâhî kelâmın, Kur'ân-ı Kerîm'in tercümesi bir yönüyle imkânsız iken, diğer yönüyle gerçekten de çok zor, çok ağır, çok meşakkatli ve bir o kadar da riskli bir iştir. Hâl böyle olunca, “tercüme: âyet şunu diyor” yerine, “meâl: bence âyet şunu demek istiyor” -çünkü meâl kelimesi tevil, anlam ve yorum anlamına gelir- demek, 1930'lu ve 40'lı yıllar için içinde bulunulan krizden kolay bir çıkış yolu sağladığı gibi diğer taraftan çeviri hususunda da işleri oldukça kolaylaştırmıştır. Çünkü meâl yani “bana göre âyet şunu demek istiyor” dediğinizde, çevirinizde yanılmanız, eksik bırakmanız veya asılda olmayan ilâvelerde bulunmanızdan dolayı “bana göre” dediğiniz için kimse sizde kusur bulamayacaktır. İşte bu sebepledir ki 1950'lerde devlet ibadetin Türkçeleştirilmesi projesinden vazgeçtiği halde, yani Hasan Basri Çantay'ların, Ömer Nasuhi Bilmen'lerin Kur'ân meâlleri açısından içinde bulundukları olumsuz konjonktürel şartlar ortadan kalktıktan onlarca yıl sonra bile, hatta günümüzde dahi Kur'an'ın meâlen çevirisine devam edilmektedir. Bunun bir başka sebebi de meâl yapan kişinin kendi dinî fikirlerini ve anlayışını ve meâlin ilâhî kelamın meâlini okuyan kişinin çeviriden doğabilecek birtakım yanlış ve eksik anlamalara düşmesine sebebiyet vermemek için -kendine göre- birtakım doğru ve açıklayıcı ifadeleri, yapacağı çeviri metne dahil etme imkânı sunmasıdır.
Kur'ân'ın meâlen tercümesi elbette faydalı bir usuldür, hatta Kur'ân-ı Kerîm'in çevirisi ve tesiriyle uğraşan herkes çalışmalarında samimiyetle hareket etmiştir ama meâl, kanaatimizce Kur'an'ın Türkçe'ye (tabii ki diğer dillere de) çevirilmesinde tercümeden sonra ancak ikinci sırada yer alabilecek bir faaliyettir. Hiç şüphesiz ki bu konuda yapılacak ilk iş, meâlden de, tefsirden de, esbâb-ı nüzûl çalışmalarından da önce, bütün tarih boyunca ecdadın ve Cumhuriyet'in ilk yıllarında Mehmet Akif Ersoy'un yaptığı gibi, Kur'an'ın “tercüme” edilmesidir. Ortada önce bir tercüme veya tercümeler olacak ki, ondan sonra diğer faaliyetler bu tercümelerin üzerine bina edilecektir. Çünkü Arapça konuşmayan toplumların dinî zihniyetinin oluşumunda Kur'an'ın tercümesi ana metindir, kaynak metindir. En önemlisi, tercüme, -metnin Türkçe anlaşılması açısından- Kur'an ve dolayısıyla din/İslâm üzerindeki ihtilafları ve farklılıkları meâle nazaran en aza indiren bir unsurdur. Zira meâl ve tefsire o işi yapanların amaçları, farklı birikimleri ve dinî anlayışlarının karışması söz konusudur ve bu, esasen meâl ve tefsirin tabiatında vardır. Oysa tercümede, ister istemez metne bağlı kalınacağı için, -bir anlamıyla kaçınılmaz olan- farklılıklar en aza inecektir. Bu da elbette ki toplumun ortak din anlayışına ve uygulamasına yansıyacaktır. Tercüme, farklılıkları en aza indiren bir ortam sunmakta iken, tam aksine meâl veyâ tefsir bunların çoğalmasına sebebiyet veren bir zemin oluşturur.
Bütün bu izahlar sebebiyledir ki, biz Kur'an'ın meâli yerine önce tercüme edilmesinin gerekli olduğuna, hatta memleketimizde bu konuda çok geç kalındığına inanıyoruz. Yedi yılı aşan Kur'ân tercümesi çalışmamız boyunca, yaptığımız karşılaştırmalarda, meâl ile tercüme arasında nasıl bir fark bulunduğunu ve neden tercümeye öncelik verilmesinin gerekli olduğunu bizzat fark etmiş bulunuyoruz.
Gayret ve kusur bizden, tevfîk Yüce Allah'tandır…
Hayrettin Hayrullah Sofuoğlu – Prof. Dr. Dilaver Gürer