On dokuzuncu ve yirminci yüzyıl tarihi denince akla gelen ilk isimlerden biri olan E. J. Hobsbawm, Milletler ve Milliyetçilik'te, milletin icadını, tam da yok olmaya başladığı bir tarihsel andan geriye bakarak anlatıyor. Kitap, artık milliyetçiliğin tarihine ilişkin bir klasik haline gelmesinin yanında, bir Marksist tarafından milletlerin gelişimi üzerine yazılmış en iyi çalışmalardan biri olma özelliğini taşıyor. Hobsbawm, milletin nesnel ya da öznel, sabit bir tanımının verilemeyeceğini çünkü tamamen modern bir kurgu olduğunu ve sürekli değişen bir yapısı bulunduğunu belirtiyor. Böylece milletlerin "hakiki" bir etnik temele dayanıp dayanmadığı tartışmasını bir kenara bırakıp, kavram olarak milletin politikadaki ve toplumdaki değişim ve başkalaşımlarının izini iki yüzyıl boyunca sürüyor. Yazar milliyetçiliği, siyasal ve milli birimlerin örtüşmesi gereğini savunan bir hat olarak tanımlayarak yola koyuluyor. Yaygın yaklaşımı izleyip İrlanda veya Polonya gibi ezilen milletlerden yola çıkmak yerine öncelikle Fransa ve İngiltere gibi en erken ulus devletleri ele alıyor ve bu milletlerin icadını aslında hiç de bilmediğimizi gösteriyor. Bu noktada dilin rolünü etraflıca tartışan Hobsbawm, bu devletlerin kuruluş aşamasında halkın ancak küçük bir azınlığının "milli" dili bildiğini ve milli/dilsel birliğin ancak bir lehçenin diğerlerine siyasal güç, zorunlu eğitim ve ekonomik zorla hâkim gelmesiyle sağlandığını gösteriyor. Dolayısıyla milliyetçilik karşımızda, devlet iktidarının yanında, matbaa ve TV gibi teknolojik ve ülke pazarı gibi ekonomik gelişmelerin bir ürünü olarak beliriyor ve tarihselleşiyor. Milletin sınırları içindeki nüfusun farklı sınıflara ayrıldığını ve dolayısıyla aynı milli deneyime sahip olmadığını savunan Hobsbawm, bu noktada milliyetçiliğin tarihinin hep yukarıdan yazıldığını hatırlatarak aşağıdakilerin milliyetçilik deneyimine de ışık tutuyor: Yazar, devletlerin ve elitlerin milli ideolojilerine bakarak geniş halk kesimlerinin deneyim ve duygularını anlayamayacağımızı, çoğu insan için milli kimliğin diğer tüm kimliklerin üstündeki baskın kimlik olduğunu varsayamayacağımızı ve milli duyguların sürekli değişim içinde olduğunu unutmamız gerektiğini vurguluyor. Hobsbawm, İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra milli kimliğin birçok ülkedeki milli kurtuluş hareketleriyle birlikte solun cephaneliğine dahil olduğunu; ancak, günümüzdeki çeşitli milliyetçi yeniden doğuşlara rağmen artık milletleri aşan çok daha geniş kimliklerin zamanının geldiğini ve solun da kendisini bu yeni döneme hazırlaması gerektiğini söylüyor.
On dokuzuncu ve yirminci yüzyıl tarihi denince akla gelen ilk isimlerden biri olan E. J. Hobsbawm, Milletler ve Milliyetçilik'te, milletin icadını, tam da yok olmaya başladığı bir tarihsel andan geriye bakarak anlatıyor. Kitap, artık milliyetçiliğin tarihine ilişkin bir klasik haline gelmesinin yanında, bir Marksist tarafından milletlerin gelişimi üzerine yazılmış en iyi çalışmalardan biri olma özelliğini taşıyor. Hobsbawm, milletin nesnel ya da öznel, sabit bir tanımının verilemeyeceğini çünkü tamamen modern bir kurgu olduğunu ve sürekli değişen bir yapısı bulunduğunu belirtiyor. Böylece milletlerin "hakiki" bir etnik temele dayanıp dayanmadığı tartışmasını bir kenara bırakıp, kavram olarak milletin politikadaki ve toplumdaki değişim ve başkalaşımlarının izini iki yüzyıl boyunca sürüyor. Yazar milliyetçiliği, siyasal ve milli birimlerin örtüşmesi gereğini savunan bir hat olarak tanımlayarak yola koyuluyor. Yaygın yaklaşımı izleyip İrlanda veya Polonya gibi ezilen milletlerden yola çıkmak yerine öncelikle Fransa ve İngiltere gibi en erken ulus devletleri ele alıyor ve bu milletlerin icadını aslında hiç de bilmediğimizi gösteriyor. Bu noktada dilin rolünü etraflıca tartışan Hobsbawm, bu devletlerin kuruluş aşamasında halkın ancak küçük bir azınlığının "milli" dili bildiğini ve milli/dilsel birliğin ancak bir lehçenin diğerlerine siyasal güç, zorunlu eğitim ve ekonomik zorla hâkim gelmesiyle sağlandığını gösteriyor. Dolayısıyla milliyetçilik karşımızda, devlet iktidarının yanında, matbaa ve TV gibi teknolojik ve ülke pazarı gibi ekonomik gelişmelerin bir ürünü olarak beliriyor ve tarihselleşiyor. Milletin sınırları içindeki nüfusun farklı sınıflara ayrıldığını ve dolayısıyla aynı milli deneyime sahip olmadığını savunan Hobsbawm, bu noktada milliyetçiliğin tarihinin hep yukarıdan yazıldığını hatırlatarak aşağıdakilerin milliyetçilik deneyimine de ışık tutuyor: Yazar, devletlerin ve elitlerin milli ideolojilerine bakarak geniş halk kesimlerinin deneyim ve duygularını anlayamayacağımızı, çoğu insan için milli kimliğin diğer tüm kimliklerin üstündeki baskın kimlik olduğunu varsayamayacağımızı ve milli duyguların sürekli değişim içinde olduğunu unutmamız gerektiğini vurguluyor. Hobsbawm, İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra milli kimliğin birçok ülkedeki milli kurtuluş hareketleriyle birlikte solun cephaneliğine dahil olduğunu; ancak, günümüzdeki çeşitli milliyetçi yeniden doğuşlara rağmen artık milletleri aşan çok daha geniş kimliklerin zamanının geldiğini ve solun da kendisini bu yeni döneme hazırlaması gerektiğini söylüyor.