Meşhur bir teşbihten yola çıkıyor elimizdeki bu kitap. Yunus Emre'nin “Ölen hayvan imiş âşıklar ölmez” diye tanımladığı âşıkları pervaneye benzeten; meşhur, bir o kadar da anlamlı teşbihten…
Bir pervane dünya penceresine konuyor. Bu pencereden o da geçecek. Tıpkı kendisinden önce geçenler gibi. Işığı görüyor oradan ve ona müptela oluyor. Çevresinde dolanıyor onun; kendini vuruyor kimi zaman kesrete, kimi zaman vahdete. Kanatları yanıyor. Ve insanları seyre dalıyor durduğu yerden.
Bir pervanenin durduğu yer, gördüğü manzara nicelerinden farklıdır. Maddeye değil manaya bakar o. Gömleğe değil giyene bakar. Zamanın günlerimizi devşirmesinden, herhangi bir derde müptela olmaktan, yar ile aramızdaki dağlardan, Bir'i sevme içgüdüsünden, Dost'un kıymetinden, okuyup yazmanın hikmetinden, efkârın narından dem vurur.
Her birimiz çiğ geldik dünyaya, pişmeye hatta yanmaya namzediz buna rağmen. Yeter ki meramımız pişmek olsun. Göç mevsimi gelip kapımızı çalıncaya kadar eyleneceğimiz bu yerde dur(a)mayacağımızı unutmamak kastıyla yaşasak keşke. Kalbe değer verebilsek, maddeden geçebilsek… Ezmeden ezilmeden geçebilsek diyarı gurbetten, kurdu da kuzuyu da bir kenara bırakıp insan olabilsek keşke. Böyle dememiş miydi aklı erenler? Herkesin bildiği hakikatler bunlar. Tekrar etmede yine de fayda var.
Abası sırtında dervişler Anadolu'nun bozkırlarında yana yana yürümüyorlar artık. Horasan'ın nefesini çorak gönüllere üflemiyorlar. Bizler bazı bazı analım onları. Hallerini hatırlayalım, yanan gönüllerinin küllerini sürelim her türlü çağ yangınımıza. Modasını geçirmiş, vaktini devirmiş sözler bulmayalım onlardan ilham alınanları. “Pervanenin duası makbul olsa gerek” deyip onlara uyalım, onları duyalım. Bu hal üzre okuyalım ve yazalım...
Meşhur bir teşbihten yola çıkıyor elimizdeki bu kitap. Yunus Emre'nin “Ölen hayvan imiş âşıklar ölmez” diye tanımladığı âşıkları pervaneye benzeten; meşhur, bir o kadar da anlamlı teşbihten…
Bir pervane dünya penceresine konuyor. Bu pencereden o da geçecek. Tıpkı kendisinden önce geçenler gibi. Işığı görüyor oradan ve ona müptela oluyor. Çevresinde dolanıyor onun; kendini vuruyor kimi zaman kesrete, kimi zaman vahdete. Kanatları yanıyor. Ve insanları seyre dalıyor durduğu yerden.
Bir pervanenin durduğu yer, gördüğü manzara nicelerinden farklıdır. Maddeye değil manaya bakar o. Gömleğe değil giyene bakar. Zamanın günlerimizi devşirmesinden, herhangi bir derde müptela olmaktan, yar ile aramızdaki dağlardan, Bir'i sevme içgüdüsünden, Dost'un kıymetinden, okuyup yazmanın hikmetinden, efkârın narından dem vurur.
Her birimiz çiğ geldik dünyaya, pişmeye hatta yanmaya namzediz buna rağmen. Yeter ki meramımız pişmek olsun. Göç mevsimi gelip kapımızı çalıncaya kadar eyleneceğimiz bu yerde dur(a)mayacağımızı unutmamak kastıyla yaşasak keşke. Kalbe değer verebilsek, maddeden geçebilsek… Ezmeden ezilmeden geçebilsek diyarı gurbetten, kurdu da kuzuyu da bir kenara bırakıp insan olabilsek keşke. Böyle dememiş miydi aklı erenler? Herkesin bildiği hakikatler bunlar. Tekrar etmede yine de fayda var.
Abası sırtında dervişler Anadolu'nun bozkırlarında yana yana yürümüyorlar artık. Horasan'ın nefesini çorak gönüllere üflemiyorlar. Bizler bazı bazı analım onları. Hallerini hatırlayalım, yanan gönüllerinin küllerini sürelim her türlü çağ yangınımıza. Modasını geçirmiş, vaktini devirmiş sözler bulmayalım onlardan ilham alınanları. “Pervanenin duası makbul olsa gerek” deyip onlara uyalım, onları duyalım. Bu hal üzre okuyalım ve yazalım...