Tarih yazıcılığının farklı açılımlara yöneldiği; yerel ve bölgesel tarih süreçlerine eğilişlerin yoğunlaştığı günümüzde, Türk Anadolu'da Mengücekoğulları'nın bu alanda önemli bir yapı taşı olacağı kuşkusuzdur. Divriği Mengücek Kalesi'ndeki temenos ve sunak kalıntılarıyla Anadolu'nun ilk Türk-İslam camilerinden, Meragalı Üstad Pirûz oğlu Hasan'ın yapıtının aynı zemini paylaşmaları; Doğu kökenli kimi öğretilerin Samosata ve Tephrike ortamlarında yeni bir inanca dönüştükten sonra Balkanlar'a aktarılışı; mekânların, kapıların, bezemelerin anlamları-işlevleri; öncesiyle sonrasıyla eski yaşantılar ve ilişkiler gibi, şimdiye değin üzerinde durulmadan geçilmiş pek çok ayrıntı, bu monografinin satırbaşları arasındadır. Kitabın omurgası ise Yukarı Fırat'ın, kısmen de Kelkit'in engebeli havzalarında tutunabilmiş bir Türk hanedanının öyküsüdür. Küçük ve çevresine kapalı Divriği'yi, 12. ve 13. yy'lar boyunca hem ülke hem payitaht edinen bu hanedana mensup "şah" ve "melik" unvanıyla beylerin, tarihin kavgalarından uzakta, hayranlık uyandıran yapıtlar; günümüzde UNESCO'nun Dünya Kültür Mirası Listesi'ne aldığı bir de şaheser yücelttikten sonra, sessiz bir kimlik eriyişiyle kasaba halkını karışmalarıysa, hem olağan hem olağanüstü, yani şaşırtıcı bir yazgı; Hitit prenslerinden Selçukoğulları'na değin bütün Anadolu hanedanlarının paylaşmaları ise daha da düşündürücüdür.
Tarih yazıcılığının farklı açılımlara yöneldiği; yerel ve bölgesel tarih süreçlerine eğilişlerin yoğunlaştığı günümüzde, Türk Anadolu'da Mengücekoğulları'nın bu alanda önemli bir yapı taşı olacağı kuşkusuzdur. Divriği Mengücek Kalesi'ndeki temenos ve sunak kalıntılarıyla Anadolu'nun ilk Türk-İslam camilerinden, Meragalı Üstad Pirûz oğlu Hasan'ın yapıtının aynı zemini paylaşmaları; Doğu kökenli kimi öğretilerin Samosata ve Tephrike ortamlarında yeni bir inanca dönüştükten sonra Balkanlar'a aktarılışı; mekânların, kapıların, bezemelerin anlamları-işlevleri; öncesiyle sonrasıyla eski yaşantılar ve ilişkiler gibi, şimdiye değin üzerinde durulmadan geçilmiş pek çok ayrıntı, bu monografinin satırbaşları arasındadır. Kitabın omurgası ise Yukarı Fırat'ın, kısmen de Kelkit'in engebeli havzalarında tutunabilmiş bir Türk hanedanının öyküsüdür. Küçük ve çevresine kapalı Divriği'yi, 12. ve 13. yy'lar boyunca hem ülke hem payitaht edinen bu hanedana mensup "şah" ve "melik" unvanıyla beylerin, tarihin kavgalarından uzakta, hayranlık uyandıran yapıtlar; günümüzde UNESCO'nun Dünya Kültür Mirası Listesi'ne aldığı bir de şaheser yücelttikten sonra, sessiz bir kimlik eriyişiyle kasaba halkını karışmalarıysa, hem olağan hem olağanüstü, yani şaşırtıcı bir yazgı; Hitit prenslerinden Selçukoğulları'na değin bütün Anadolu hanedanlarının paylaşmaları ise daha da düşündürücüdür.