Bu kitabın konusu olanTürkiye'de öğretmen, daima emeği ile geçinen bir insandı; sonraları icat edilen bir ifade ile “beyaz yakalı emekçi” idi. Başlangıçta kendisiniemekçiolarak nitelendirmezdi; devlet memuruydu ve meslek sahibiydi. Daha da önemlisi ona, ayrıca,ilmen, fennen, bedenen kuvvetli ve yüksek karakterli kimliği ile Cumhuriyet'i muhafaza edeceköncü kadroların içinde yer alma görevi verilmişti. Bu nedenle anneler, babalar çocuklarını ona, “eti senin, kemiği benim…” diye emanet ederlerdi.
Doksan yıl geçti. Araya sermayenin sınırsız tahakkümü, piyasalaşma, ticarileşme, özel okullar, dershaneler girdi. Hâlâ emekçidir; ancak, konumu değişmektedir. Aynı işleri yaparken bile, meslek sahibi olma özelliğini yitirmektedir; zira, meslekî nitelikleri (emeği) metalaşmaya, neredeyse sıradan “işgücü” olmaya başlamaktadır.
Veliler, çocuklarının okuması için (devlet okulları dahil) artan oranlarda bedel ödemeye başlamıştır. Kendilerini kamu hizmetinden yararlanan yurttaşlar olarak değil, okul yöneticilerinin, patronlarının müşterileri olarak algılayanlar artmıştır. Arada kalan öğretmenin saygınlığı onarılamayacak boyutlarda aşınmıştır. Veliler, bir telefon(Alo 147)şikayeti ile öğretmenlerin geleceklerini karartabilmektedir. Öğrencilerin “günaydın öğretmenim” hitabı, geçmişten bir hoş seda olarak anılmaktadır.
Velilerin “müşterileşmesi” ile eş-zamanlı olarak, devlet okullarına (hastaneler ile birlikte) “kapitalist işletme” zihniyeti de aşılanmaya başladı. Kadrolu öğretmenlere performans uygulamaları, sicil amirini fiili işveren konumuna dönüştürdü. Ancak, emeğin tam anlamıyla disiplin altına alınması için, işgücü piyasası tamamen esnekleşmeli; emekçilerin rekabeti yaygınlaşmalıydı. Sözleşmeli/ücretli altmış bin, ataması yapılmayan üç yüz bin öğretmen, yıllık sözleşmelerle çalışan sayısı belirsiz özel okul öğretmeni, asgari ücret dahi ödenmeyen stajyerler ve nihayet elli bini aşkın dershane öğretmeni… Tümüyle güvencesiz bir emek ordusunun oluşumu; yani proleterleşme…
Elbette, proleterleşme çalışma koşullarına, ücretlere de yansıyacaktır. Dershane öğretmenleri için yirmi dakikalık öğle molası dışında on iki saate ulaşan mesai söz konusudur. Kimi sözleşmeler, dershane için tanesi üç-dört liradan 400 soru hazırlama yükümlülüğü içermekte; soruların hazırlanmaması halinde bu bedel aylıktan kesilmektedir. “Parça başına ücret”, böylece, arka kapıdan eğitim sistemine girmiştir. Herhalde bu nedenle dershane emekçileri kendilerini “öğretmen” olarak değil, “dershaneci” olarak adlandırmaktadır. Öğretmeni, “aydından ameleye dönüştürme” süreci, böylece en zayıf halkadan başlamış olmaktadır.
Orkun Saip Durmaz,Türkiye'de Öğretmen Olmak'ta bunları ve çok daha fazlasını anlatıyor; çözümlüyor. Ancak, incelemesini, aynı derecede önemli bir şey yaparak başlatıyor: Öğretmenlerin proleterleşme sürecinin kavranması için gereken kuramsal alt-yapıyı tartışıyor; sunuyor.
Kuramsal bir tartışma, “öğretmen kimdir?” sorusuna ışık tutmak için gerekli görülmektedir. Durmaz, yanıtı, toplumsal sınıflar alanı içinde aramakta ve bu arayışa tarihsel maddeci yaklaşımın ışık tutacağını düşünmektedir. Öğretmenler toplumsal sınıflar çerçevesi içine yerleştirildiğinde yukarıdaki soru yanıtlanmış olacaktır.
Kitabın ilk üç bölümü bu incelemeyi oluşturmaktadır. Kuramsal tartışmalar, okuru, adım adım soyuttan somuta yaklaştırmaktadır. Bu gezinti boyunca,beyaz yakalı katmanlar, profesyonelleşme ve orta sınıflar; yabancılaşma ve öğretmenlerin konumu; neo-liberalizmin eğitimde yarattığı dönüşümlergibi önemli duraklardan geçilmektedir.
Bu gezintinin sonlarına doğru, IV. Bölüm'ün ikinci yarısında Orkun Saip Durmaz Türkiye'de öğretmenlere geliyor ve yukarıda kısaca örneklerini verdiğim bir dizi olguyu anlatarak, çözümleyerek, eleştirerek çalışmasını noktalıyor.
Bu kitap beni de özel olarak ilgilendirdi. Anneannem Söğüt'te öğretmenlik yaparken Yunan işgaliyle karşılaştı; yanında iki kızıyla Türk ordusuna katıldı; askerlere mintan, çorap dikerek Polatlı'ya kadar geldi. Yunanlılar çekilince Söğüt'e döndü. İki kızını öğretmen okullarına verdi. Kemeraltı esnafının “Hocanım”ı olarak İzmir'de emekli oldu. Konya'da öğretmenlik yapan annem, lisede edebiyat öğretmeni olan babamla tanışıp evlendi. Ben de aile geleneğini sürdürdüm; SBF'deki öğretmenliğimi emeklilikle 2002'de noktaladım.
Türkiye'de Öğretmen Olmak,üç kuşaktan bir öğretmen ailesinin mensubu olarak beni de, bizleri de kapsamış olmaktadır. Ancak, kitabın ağırlık verdiği (“neo-liberal”) tarihsel dönem, keyifli bir nokta değildir; son durak olamaz. Bizler öğretmenliği böyle, bugünküler gibi yaşamadık. Bu ortamın, sadece öğretmenlerin değil, tüm Türkiye emekçilerinin gönenci için aşılması, değiştirilmesi gereklidir.
Türkiye'de Öğretmen Olmak,bu bozulmayı, sağlam bir kuramsal perspektife dayanarak anlatmakta; çözümlemekte; eleştirmektedir. Sermayenin ve gericiliğin Türkiye'de öğretmenlik mesleğini, eğitim sistemini biçimlendirme süreçlerini böylece teşhir etmektedir. Tek başına bu “teşhir” dahi, bu çürümeye karşı direnen, mücadele eden kişiler, hareketler için gereken bilgi birikimine katkılar sağlamaktadır.
Orkun Saip Durmaz, eline sağlık; teşekkürler…
- Korkut Boratav
Bu kitabın konusu olanTürkiye'de öğretmen, daima emeği ile geçinen bir insandı; sonraları icat edilen bir ifade ile “beyaz yakalı emekçi” idi. Başlangıçta kendisiniemekçiolarak nitelendirmezdi; devlet memuruydu ve meslek sahibiydi. Daha da önemlisi ona, ayrıca,ilmen, fennen, bedenen kuvvetli ve yüksek karakterli kimliği ile Cumhuriyet'i muhafaza edeceköncü kadroların içinde yer alma görevi verilmişti. Bu nedenle anneler, babalar çocuklarını ona, “eti senin, kemiği benim…” diye emanet ederlerdi.
Doksan yıl geçti. Araya sermayenin sınırsız tahakkümü, piyasalaşma, ticarileşme, özel okullar, dershaneler girdi. Hâlâ emekçidir; ancak, konumu değişmektedir. Aynı işleri yaparken bile, meslek sahibi olma özelliğini yitirmektedir; zira, meslekî nitelikleri (emeği) metalaşmaya, neredeyse sıradan “işgücü” olmaya başlamaktadır.
Veliler, çocuklarının okuması için (devlet okulları dahil) artan oranlarda bedel ödemeye başlamıştır. Kendilerini kamu hizmetinden yararlanan yurttaşlar olarak değil, okul yöneticilerinin, patronlarının müşterileri olarak algılayanlar artmıştır. Arada kalan öğretmenin saygınlığı onarılamayacak boyutlarda aşınmıştır. Veliler, bir telefon(Alo 147)şikayeti ile öğretmenlerin geleceklerini karartabilmektedir. Öğrencilerin “günaydın öğretmenim” hitabı, geçmişten bir hoş seda olarak anılmaktadır.
Velilerin “müşterileşmesi” ile eş-zamanlı olarak, devlet okullarına (hastaneler ile birlikte) “kapitalist işletme” zihniyeti de aşılanmaya başladı. Kadrolu öğretmenlere performans uygulamaları, sicil amirini fiili işveren konumuna dönüştürdü. Ancak, emeğin tam anlamıyla disiplin altına alınması için, işgücü piyasası tamamen esnekleşmeli; emekçilerin rekabeti yaygınlaşmalıydı. Sözleşmeli/ücretli altmış bin, ataması yapılmayan üç yüz bin öğretmen, yıllık sözleşmelerle çalışan sayısı belirsiz özel okul öğretmeni, asgari ücret dahi ödenmeyen stajyerler ve nihayet elli bini aşkın dershane öğretmeni… Tümüyle güvencesiz bir emek ordusunun oluşumu; yani proleterleşme…
Elbette, proleterleşme çalışma koşullarına, ücretlere de yansıyacaktır. Dershane öğretmenleri için yirmi dakikalık öğle molası dışında on iki saate ulaşan mesai söz konusudur. Kimi sözleşmeler, dershane için tanesi üç-dört liradan 400 soru hazırlama yükümlülüğü içermekte; soruların hazırlanmaması halinde bu bedel aylıktan kesilmektedir. “Parça başına ücret”, böylece, arka kapıdan eğitim sistemine girmiştir. Herhalde bu nedenle dershane emekçileri kendilerini “öğretmen” olarak değil, “dershaneci” olarak adlandırmaktadır. Öğretmeni, “aydından ameleye dönüştürme” süreci, böylece en zayıf halkadan başlamış olmaktadır.
Orkun Saip Durmaz,Türkiye'de Öğretmen Olmak'ta bunları ve çok daha fazlasını anlatıyor; çözümlüyor. Ancak, incelemesini, aynı derecede önemli bir şey yaparak başlatıyor: Öğretmenlerin proleterleşme sürecinin kavranması için gereken kuramsal alt-yapıyı tartışıyor; sunuyor.
Kuramsal bir tartışma, “öğretmen kimdir?” sorusuna ışık tutmak için gerekli görülmektedir. Durmaz, yanıtı, toplumsal sınıflar alanı içinde aramakta ve bu arayışa tarihsel maddeci yaklaşımın ışık tutacağını düşünmektedir. Öğretmenler toplumsal sınıflar çerçevesi içine yerleştirildiğinde yukarıdaki soru yanıtlanmış olacaktır.
Kitabın ilk üç bölümü bu incelemeyi oluşturmaktadır. Kuramsal tartışmalar, okuru, adım adım soyuttan somuta yaklaştırmaktadır. Bu gezinti boyunca,beyaz yakalı katmanlar, profesyonelleşme ve orta sınıflar; yabancılaşma ve öğretmenlerin konumu; neo-liberalizmin eğitimde yarattığı dönüşümlergibi önemli duraklardan geçilmektedir.
Bu gezintinin sonlarına doğru, IV. Bölüm'ün ikinci yarısında Orkun Saip Durmaz Türkiye'de öğretmenlere geliyor ve yukarıda kısaca örneklerini verdiğim bir dizi olguyu anlatarak, çözümleyerek, eleştirerek çalışmasını noktalıyor.
Bu kitap beni de özel olarak ilgilendirdi. Anneannem Söğüt'te öğretmenlik yaparken Yunan işgaliyle karşılaştı; yanında iki kızıyla Türk ordusuna katıldı; askerlere mintan, çorap dikerek Polatlı'ya kadar geldi. Yunanlılar çekilince Söğüt'e döndü. İki kızını öğretmen okullarına verdi. Kemeraltı esnafının “Hocanım”ı olarak İzmir'de emekli oldu. Konya'da öğretmenlik yapan annem, lisede edebiyat öğretmeni olan babamla tanışıp evlendi. Ben de aile geleneğini sürdürdüm; SBF'deki öğretmenliğimi emeklilikle 2002'de noktaladım.
Türkiye'de Öğretmen Olmak,üç kuşaktan bir öğretmen ailesinin mensubu olarak beni de, bizleri de kapsamış olmaktadır. Ancak, kitabın ağırlık verdiği (“neo-liberal”) tarihsel dönem, keyifli bir nokta değildir; son durak olamaz. Bizler öğretmenliği böyle, bugünküler gibi yaşamadık. Bu ortamın, sadece öğretmenlerin değil, tüm Türkiye emekçilerinin gönenci için aşılması, değiştirilmesi gereklidir.
Türkiye'de Öğretmen Olmak,bu bozulmayı, sağlam bir kuramsal perspektife dayanarak anlatmakta; çözümlemekte; eleştirmektedir. Sermayenin ve gericiliğin Türkiye'de öğretmenlik mesleğini, eğitim sistemini biçimlendirme süreçlerini böylece teşhir etmektedir. Tek başına bu “teşhir” dahi, bu çürümeye karşı direnen, mücadele eden kişiler, hareketler için gereken bilgi birikimine katkılar sağlamaktadır.
Orkun Saip Durmaz, eline sağlık; teşekkürler…
- Korkut Boratav